Sayfalar

31 Temmuz 2012 Salı

LONDRA

LONDRA

         Şimdi Londra’da Olimpiyatlarda olmak vardı. TV karşısında bu kadar heyecanlı ve zevkli izlendiğine göre canlı nefis olurdu. Görkemli açılış hepimizin hoşuna gitti ve bir dolu tweet attık, Türkiye’de nasıl olurdu muhabbetleri yaptık. İngilizler görsel bir şölene dönüştürdükleri tarihleri ve buluşlarıyla oldukça etkileyicilerdi. Çocuklara, sağlığa ve gençlere verdikleri önem de ayakta alkışlanacak cinstendi. Neyse lafı uzatmıyorum bu vesileyle Antalyaface Dergisi Haziran sayısı için yazdığım Londra yazısını paylaşmak istiyorum sizlerle…
              Fonda Adele’den “Someone Like You” çalıyor ve ben Londra’dayım. Adele: “Dün bizim günümüzdü… Aşk bazen devam eder, bazen acıtır… Sana benzer birini bulabilirim” diyor. Yağmur yağıyor. Heyecanlıyım… Sokakları, insanları, asilliği heyecanlandırıyor beni. Nefis bir şehir, bir tık önde bir şehir. Duygulu ve modern şehir Londra. Londra’ya her gelişimde duygularım aynı. Burası dünyanın başkenti, kalbi adeta. Sanatla iç içe olmak için, tüm zamanların önüne geçmek için her yıl Londra’da bir hafta geçirmek gerek.
Hele bu yaz Londra’da olmak için önemli bir bahanemiz var, Olimpiyatlar 64 yıl aradan sonra yine Londra’da. Olimpiyatlar için Olympic Park açılıyor. Bir biyomühendislik şaheseri olan parkta, doğal habitatlar oluşturulmuş ve iklim değişikliğine karşı yeşillendirilmiş. Bu post-endüstriyel atık alanı yeniden doğmuş gibi. Zaten bu şehirlerin akciğeri görevini gören parklarına hayranım. Hyde ve Green Park şehri boydan boya kesiyor ve size nerede olduğunuzu fısıldıyor. Zamanı durdurup bir kahve ve kitap molası kadar dolu dolu oksijeniniz var. Koşuşturmalardan uzak o an siz kimseye ait değilsiniz. Nefes alıyorsunuz ve gözünüz yemyeşil bakıyor. Bu arada Olimpiyatlar 27 Temmuz - 9 Eylül boyunca sürecek ve Trafalgar Meydanı’nda ve Hyde Park’ta kurulan dev ekranlardan izlenebilecek bilginiz olsun.

Peki, Londra deyince ne geliyor aklımıza? Benim aklıma asalet, kraliyet, İngilizce, İngiliz aksanlı filmler, asil insanları, çay, sanat, moda geliyor. Hmm, bir de underground yani metrosunda her durakta tekrar eden “mind the gap” sözü…
Londra’ya çok kısa sürede hâkim olmak için öncelikle turist olmayı öneriyorum. Bir otobüs turu alın ve bütün gün in-bin gezin Londra’yı. Turlar genellikle Trafalgar Meydanı’ndan başlıyor, Westminster Abbey ilk durak oluyor. Burası kraliyet düğünlerinin yapıldığı mekan. Prens William & Kate Middleton’ın düğünü çok popüler bu yıl buralarda. Big Ben’de kocaman gülümseyip bir “face pozu” çekin. Tower Bridge’i yürüyerek geçin, oralarda bir kafede oturun, mesela AskItalian olabilir ve kendinize onların dizayn kadehleriyle bir şeyler ısmarlayın. Köprüden inmişken, Tudors sahnesinde kendinizi hayal edip Tower of London’ı gezin derim. Tur sırasında saat 10:30 gibi Buckingham Sarayı’nın oralarda olun ve geleneksel asker değişimini izleyin. Sonra bu Saray’ın içinde ki medeniyetin asaletini hayal edin. Bu yıl yıldönümü kutlanıyor, Ağustos - Eylül ayları arasında Buckingham Sarayı’nda kraliyetin görülmemiş mücevherleri sergilenecek.  Hemen Buckingham Sarayı’nın Hyde Park köşesinde Piccadily Caddesi’nde Hard Rock Cafe’de bol kalorili hamburgerinizi yiyin vicdanınız sızlamadan, zira çok yürüyüp yakacaksınız bu kalorileri.

Tur boyunca müzelerin olduğu bölgede inip Albert Hall, Natural History Museum, Victoria & Albert Museum ve Science Museum’ı gezin derim. Leonardo da Vinci Anatomy Animals vardı bu gidişimde. 31 Mart-12 Ağustos “British Design 1948-2012” Brownie fotoğraf makinesinden Jaguar E-Type otomobiline, 300’den fazla İngiliz tasarımını görebilirsiniz. Natural History Museum’da 6 Nisan-16 Eylül arasında sergilenen Animal Inside Out sergisini kaçırmayın derim. Özellikle Science Museum’da ilginizi çekecek çok şey bulacaksınız. British Museum farklı bir bölgede; ama orada da inip gezin derim, zira Mısır’dan daha çok mumya göreceksiniz.
Hazır bu bölgedeyken Harrods Mağazası’na uğrayın. Bu görkemli mağazanın her katı muhteşem. Özellikle en üst katında her daim açılan sergileri kaçırmayın. Biz gittiğimizde tüketiciliğimizin boyutunun son kareleriydi konu. Swarovski taş kaplı bir kadın vücudunun baş bölümü milyonlarca renkli enjektörden oluşmuştu. Ayak izlerimizin doğallığı çiğnenerek ve tüketilerek yok ediliyordu. Harrods’ın kitap bölümünde kendinizi kaptırıp bolca kitap almadan edemiyorsunuz, uyarırım. Hediyelik bölümünden mutlaka Harrods yazan bir şeyler alınıyor bu arada. Daha önce bu mağazada ve Londra’da Lady Diana etkilerine rastlıyordunuz, şimdi ise Kate Middleton her yer. Harrods Mağazası’nın karşısında ki National Café çok keyifli. Bir şeyler yiyip içmek için ideal bir mola yeri.
The London Eye konusunda kararsızım, ben binmedim; ama kimileri binmeden olmaz tüm Londra’yı tepeden görmek heyecan verici diyor. Karar sizin…
London Eye

Shakespeare’s Globe durağı önemli. Özellikle geçtiğimiz günlerde Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor’un birlikte oynadığı Antonius ve Kleopatra oyunu Shakespeare’s Globe Theatre’de Türkçe sahnelenen ilk oyun olarak tarihe geçti. Nisan-Kasım ayları arasında Dünya Shakespeare Festivali var. Romeo ve Juliet’in Sünni-Şii yorumu da dâhil olmak üzere, büyük şairin onlarca oyunu Britanya çapında sahnelenecek. Hemen yanında Tate Modern, Modern Sanat Galeri’ye uğramayı unutmayın!
Yine aynı bölgede Londra Köprüsü’nün bir ayağında yükselen ve bu ay açılacak olan  mimar Renzo Piano tarafından yapılan The Shard 310 metrelik kule olarak Batı Avrupa’nın en yüksek binası olacak. Fotoğraf karesine sığdıramıyorsunuz.
Regent’s Park’ın köşesinde bulunan Madame Tussauds Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz zira tüm dünyadaki en iyi Madam Tussauds Müzesi. Londra tarihine de hâkim oluyorsunuz.
Turistik turunuzu Thames Nehri turuyla sonlandırabilirsiniz. Güzel bir tecrübe nehir boyunca Londra’yı selamlamak. 3 Haziran’da Thames River Pageant Kraliçe’nin jübilesi için nehirde düzenlenecek geçit töreninde, kraliyet yelkenlisi önderliğinde 1000 tekne boy gösterecek.
Gelelim Londra’da Londralı gibi yaşamaya:
Metroyla siyah hatta bulunan Camden Town’a giderek başlıyoruz Londralı gibi yaşamaya. Bu semtte Freud veya Charles Dickens’ın izlerini aramak, farklı butiklerinden alışveriş yapmak, sokakta cıvıl cıvıl dolaşmak çok keyifli. Charles Dickens demişken, Aralık ayına kadar devam edecek “Charles Dickens Bicentennial” etkinliklerine katılabilirsiniz. Charles Dickens’ın 200. doğum yıldönümünde bir dizi film, yürüyüş ve söyleşiler olacak.  Londra’nın meşhur, geliri kanser araştırmalarına (cancer research) giden ikinci el dükkânlarını karıştırmak çok heyecan verici bu semtte. Minik minik aldıklarınızın sonucuna kendinizde inanamıyorsunuz. Sokak modası harika. Hiç kimse birbirinin benzeri değil. Herkes tarz ve güzel.
Metroda kırmızı hat ile yeşil hattın kesiştiği köşeye Notting Hill’e mutlaka gidin, özellikle bir Pazar günü. Açılan Nothing Hill antika pazarında gönlünüzce dolaşırken 1999 yapımı Julia Roberts ve Hugh Grant’ın başrollerini oynadığı “Nothing Hill” filmini hatırlayın. Londra deyince ilk aklıma gelen bu tipik aşk filmi nasıl da içimi ısıtır… Kişisel tarihimde en sevdiğim filmlerindendir nedense. Belki de Londra’yı ilk ziyaretimden kısa süre sonra vizyona girmesi ve her Pazar gittiğim sokakları bana hatırlatması bunda etkili olmuştur. Gerçi bu gidişimde “The Iron Lady” Margaret Thatcher’ın hayatının geçtiği sokaklar, evi vs. dikkatimi çekti Buckingham Sarayı’nın yakınlarında. Her film şehirleriyle kazınıyor hafızalarımıza…
Metroda yeşil hat Tower Hill’de inip, Design Museum’u bulun. Design Museum’da mimari, dijital, moda, mobilya, grafik, üretim ve ulaşıma dair birçok tasarım buluyorsunuz. Guardian’ın iPad dizaynından Vivien Westwood’un Etnik Afrika Koleksiyonu’nu, Louboutin’in ayakkabı üretimlerini görebilirsiniz. Örneğin depreme dayanıklı bir sıra ve dizayna dair bilmeniz gereken her şeyi kapsıyor bu müze.  Müzenin satış mağazasından da çok farklı şeyler alabiliyorsunuz.
Pazar günü Covent Garden’da Apple Market’a takılın. Küçük ama görkemli butikleri ve markaları bulabilirsiniz bu semtte. Sokağa açılan yarı kapalı pazarda çok orijinal şeyler bulabiliyorsunuz. Mesela ben bahçem için minik minik bir sürü aksesuar satın aldım. Buradaki butiklerden aldığınız ayakkabılar iki sene sonra moda olacak emin olun. Bu arada Naomi Campbell burada keşfedilmiş.  Akşama kadar bu semtte takılıp biraz aşağıya inip bir müzikal izleyin derim. Mesela Shrek’i, yeşil dev adamı izlemek size çok keyif verecek. Eğer müzikal izlemezseniz Covent Garden’dan biraz yukarı semte yürüyüp Soho’yu keşfedin. Barlara takılmak günün yorgunluğunu alacak.
Shrek müzikali

Peki, Londra’da ne yenilir derseniz?
Öncelikle İngiliz Kahvaltısı (koca bir tabakta yumurta, sosis, domates, fasulye, tost ve mantar) deneyebilirsiniz. Biraz ağır; ama denemedim demezsiniz. Londra’nın en meşhur yemeği fish and chips (balık ve patates kızartması) her yerde yiyebilirsiniz, aşağı yukarı aynı lezzet. Shepherd’s Pie popüler yemekleri. Kuzu eti, bezelye, havuç, soğan üzerine patates püresinden oluşan bir yemek. Kuzu eti ve bifteğin sebze ve et suyuyla servis edildiği Yorkshire pudding yiyebilirsiniz. Tabii tüm dünya mutfaklarını deneyebilirsiniz bu nefis şehirde. Biz Trafalgar Meydanı’nda otelimizin karşısında ki Prezzo Italian Restaurant’a abone olduk mesela. Harrod’s Mağazası yakınlarında Knightsbridge Green’de Ristorante Italiano Signor Sasi’de mutlaka ama mutlaka bir akşam yemeği yiyin.
British breakfast

Londralıların bu ara gözde mekanı Soho’daki Miskin’s. Yine Soho’ya gitmişken Patisserie Valerie tatlılarını deneyin derim. Zaten beş çayı için ister istemez mola verip bir çay ve tatlı yiyorsunuz buralarda. Bu aralar Lady Grey çayı çok popüler, bergamut ve portakal kokusuna âşık oluyorsunuz. Eve, size Londra’yı hatırlatan Lady Grey çayı ile dönmek iyi bir fikir.

Gelelim Alışverişe…
Londra’nın her yerinden bir şeyler alabilirsiniz ama Oxford Caddesi tüm mağazaların olduğu bir cadde. Tüm gününüzü orada geçireceğinizi garanti ederim. Ben genelde gittiğim ülkelerin kendi markalarını seviyorum. Oralardan alışveriş yapıyorum. Türkiye’de bulabileceğim markaları tercih etmiyorum. Her gittiğimde bir günüm bu caddede geçiyor. Farklı, tarz şeyler buluyorum. Primark ucuz kaçış noktası, bir göz atın derim. Aslında yeni yapılanan farklı semtlerde dolaşıp alışveriş yapmayı daha çok seviyorum. Mesela King’s Cross’un kuzeyindeki Barnsbury moda ve tasarım merkezi. Chelsea’deki King’s Road’un batı ucu World’s End bohem, şık mahalle. Buralarda alışveriş yapmak ve keyifli molalar vermek iyi bir tecrübe. Londralı kadınlara sormuşlar alışveriş mi? cinsellik mi? diye onlar alışveriş demiş, anlayın ne kadar alışveriş sevdiklerini. Bu arada cinsellik onlar için tabu değil ve asla takılmıyorlar titrinlere.
Son söz ne yapın ne edin bu yaz Londra’da olun! Sevgiyle kalın…

26 Temmuz 2012 Perşembe

VİYANA'DA KAHVE VE TATLI MOLALARIMIZ

2011 yazı-Başak'la Viyana'da

Bizim Viyana sevdamıza çok sevdiğim arkadaşım Başak iki yıldır eşlik ediyor. Onunla Viyana sokaklarında farklı farklı kafelerde mola veriyoruz. Türkiye’den uzak, dertlere bir tık mola oluyor. Sokaktan gelen geçenleri seyredip, bol bol kıkırdıyoruz. Öldüren yorumlarımızla dünyayı çekiştiriyoruz; ama en çok tatlıları yerken kendimizden geçiyoruz… Kahvelerimiz ve Viyana’nın o meşhur tatlıları. Viyana’da olmanın olmazsa olmazı mis gibi kahve kokan kafeleri. Dillere destan tatlıları. Zaten Viyana’nın en sevdiğim yanı sokaklarında klasik müzik dinleyerek bu enfes kafelerde mola vermek ve tatlılarını denemek… Şimdi size bu molalarımızın fotolarını sunmak istiyorum. Şöyle arkanıza yaslanın, oradaymış gibi bizim tatlı molalarımızı hayal edin ve bana kızmayın lütfen, zira canınız çok çekebilir bu tatlılarıJ))
Mariahilferstrasse Vapiano- Tiramisu

Bu yıl Vapiano’ya çok uğradık. New York’ta da severek gittiğimiz Vapiano İtalyan bir restaurant. Dolayısıyle tatlılar İtalyan. Sunumları ve lezzetleri tam puan.
Hawelka Cafe- Apfel Strudel

Hawelka Cafe Viyana’nın en eski kafelerinden biri. Melange kahvesi ve apfel strudel’i bence Viyana’nın en iyisi. Kafe ara sokakta tıklım tıklım kalabalık. En son gün bir sene yiyemeyeceğim diye koşarak tok olmama rağmen apfel strudel yedim. O kadar yani…
Michele Cafe- Profiterol

Mariahilferstrasse’de alışverişten bunalıp mola vermeniz için güzel bir bahane. Kahvenizi için, bu değişik kavanozda sunulan beyaz çikolatalı profiterolu deneyin derim. Dinlenmeniz bitince hemen yanındaki Butler’s ve Interio’dan eviniz için değişik gereçler alabilirsiniz. Ben valizim aldığınca topluyorum her şeyi…
Aida Cafe-Cremschnitte

Aida Cafe her yerde var ama biz Stephanplatz’dakine oturuyoruz. Gelen geçeni seyretmek nefis. Çok popüler bir kafe, tatlıları da denemeye değer. Buranın Cremschnitte, Capresse Cake ve Naugattasche tatlıları meşhur.
Starbucks Cafe- Blueberryli Muffin& Rockslide Brownie

Hani Viyana’da olup Starbucks’da mola verilir mi dediğinizi duyabiliyorum. Ama öyle bir köşedeki önünde adı duyulmamış müzisyenler mini konserler veriyor mecburen hemen oracıkta takılıyorsunuz. Bu molamızda dört Rus bayan sanatçı beni benden alıp götürdüler. Tüylerim diken diken, gözlerim dolu dinledim. Yaşlandıkça iyice ağlak bir kadın oldum ben yaaaJ))
Vapiano-Cheesecake

Yine Vapiano yine İtalyan bir tatlı…
Demel Cafe- Mohnstrudel Gezogen

Demel Cafe Hofburg Sarayı’nın karşısında nefis döşenmiş ünlü bir cafe. Tüm tatlıları yemelik. Satılan kekleri gördükçe gözlerime inanamadım…
Aida Cafe- Capresse Cake

Aida Cafe’de yorgunluk atıp hiç un kullanmadan yapılan Capresse Cake deniyoruz.
Michele Cafe- Çilekli Tiramisu

Bu çilekli tiramisuyu denemeden gelmeyin. Yediğim en en iyi tiramisu…
Mozart Cafe- Apfel Strudel

Mozart Cafe yazıma bakınız. Kocaman öptüm siziJ))
Sacher Cafe- Sacher Torte

Yine ne olur kızmayın Sacher Cafe yazımı okuyunuz, ayrıntılar için…
Peki, benden bu kadar. Tatlı bir hayat dileğimle…

22 Temmuz 2012 Pazar

MOZART IN SALZBURG

Mozart Geburtstaghaus
Mozart in Salzburg
İlk kez geldiğim için çok heyecanlı olduğum Salzburg şehrinde gördüklerimi sizinle paylaşmak istiyorum.  Normalde gezi yazıları annemden sorulur; ama işin içinde tarih söz konusuysa yazıyı kimsenin yazmasına izin vermem.  
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, şehri gezdikçe buranın gerçekten Mozart’a ait olduğunu hissediyorsunuz. Mozart’ın doğduğu ve yaşadığı evler, heykeli, çikolatası… ve daha neler neler!
Ben de çok sevdiğim bir besteci olan Wolfgang Amadeus Mozart’ın doğduğu eve gidiyorum. Old City’deki bu eve gittiğimde içimde garip bir heyecan var, anlatamadığım… Sanki Mozart o an benimle ve beni evinde karşılıyor.
İlk önce mutfağını gösteriyor, ardından usulca merdivenleri çıkıyoruz. Daha sonra duvarda kocaman bir soyağacını görüyorum. Diğer odalara girdiğimde ise ona ait mektuplarla ve notalarla karşılaşıyorum.
Ailesine ait tabloları incelerken, ailedeki birçok üyenin müzikle ilgilenmesi hoşuma gidiyor. Öyle bir ailede yaşadığınızı düşünün. Mini-orkestra gibi sanki… Hatta daha güzel!

Mozart’ın kemanını ve saçını gördüğümde ise adeta çığlık atıyordum. Bir dakikalık bir şaşkınlıktan sonra incelemeye başladım. O keman benim olabilir mi acaba?
Piyanosunu da görünce tam oldu. Yoksa piyanolarını mı desem? Evet, tam üç tane piyano gördüm ve onların hala eskisi gibi durmaları içimde hüzünle sevinç arası bir duygunun oluşmasına sebep oldu.
Eşsiz Salzburg manzarası eşliğinde, doğduğu evden yürüyerek hemen karşınızdaki ev olan, yaşadığı evi ziyaret ediyoruz.
Mozart Wohnhaus

Belki birden çok evi olabilir; ama o, sadece bir kişi. Milyonda bir bulunabilecek bir yetenek… Kendisinden sonra gelecek müzisyenlere esin kaynağı olmuş bir dahi. Ben de piyano çalarken, hep onu hayal ediyorum.
6 MADDEDE MOZART:
1)    Doğuştan Gelen Yetenek: Küçüklüğünden beri, babası ve kardeşi ile birlikte konserlere çıkan Mozart, soylular ve saraylılar tarafından ilgi ile dinlenir. Beş yaşında menuet, yedi yaşında konçerto ve sekiz yaşında senfoni meydana getirir.
2)    Weber Kardeşler: Wolfgang Amadeus Mozart, bir turneye çıktığı sırada Aloysia Weber’a aşık olur, ne var ki evlendikten sonra ayrılır ve kız kardeşi Constanze Weber ile evlenir. Constanze’ı ise ömrünün sonuna dek sevecektir. -Mozart’ın evinde de çok sevdiği eşi Constanze’ın tablosunu görme şansı yakaladım.-
3)    Sinemada “Mozart”: 1984 yapımı Amadeus adlı filmde Tom Hulce tarafından, 2010 yapımı Mozart’s Sister filminde ise David Moreau tarafından canlandırıldı.
4)    Mozartkugeln: Avusturya’da ve özellikle Salzburg’da çok meşhur olan bu çikolata, Mozart’tan esinlenerek yapıldı. İsminden de anlaşılıyor zaten.
Mozartkugeln çikolatası

5)    Mozart’ın Hobbileri: Mozart, müziğe olan tutkusu dışında, bilardo oynamayı da çok severdi. Öyle ki, bazen bütün gece oynadığı da olurdu.
6)    Mozart’ın Ölümü:  Wolfgang Amadeus, 5 Aralık 1791 yılında “hitziges Frieselfiber” hastalığı yüzünden Viyana’da vefat eder. Öldüğü ev de Stephansplatz’tadır.
Mozarthaus Vienna

Bu arada müzenin –evin- shop’una da girmenizi öneririm. Ben Mozart’a ait harika cdler aldım.
         Geziden de Mozart’la tanışmanın sevinciyle ayrılıyorum…  Hayatınız bir Mozart bestesi kadar güzel geçsin.

 -Su Yılmaz-
 
                           
                                      Mozart in Salzburg
The house that Mozart has born

     I’m writing about my trip to Salzburg which i’m very excited because it’s my first time, here. In normal life, my mother writes about travel; but if history is in it, i won’t let anybody to do it!
         First of all, i have to say that you feel like the city belongs to Mozart. Mozart’s house, chocolate, statue… and more and more!
         And i go to one of favorite composer’s house, Wolfgang Amadeus Mozart. I have the feeling that i can’t describe when i go to his house in Old City. It’s like Mozart’s waiting for me to come inside.
         Firsly, he shows me his kitchen, “küche”, then we silently step onto the stairs to go up. I see a huge family tree on the wall. When i creep a sneak peek to the other rooms, i look at letters and notes from him.
         Paintings of his parents amaze me and proves that they’re a huge musical family. I wonder how is it like to be? I mean, most of the family members are good at music… I’m sure it’s like a mini-orchestra, or even better!

         Then… When i’ve seen his “hair” and violin, i was almost gonna scream. I look at it like it’s not from our world. Can i have that violin, please?
         Seeing the piano is enough for me!!! Not only a piano, actually… Three pianos! Yes, you’ve heard it, three pianos.
The piano which belongs to Mozart

         With the extremely gorgeous sights of Vienna, we’re heading to the house where Mozart lived…
         Ok, he has more than a house, he has three pianos… But he’s only the one! A talent which could be found only one in a million. He’s became a source for the late-musicians after him. Even for me! I think about him all the time, when i play piano.
5 FACTS ABOUT MOZART:
1)    Born To-Be A Talent: Mozart has been doing concerts with his father and sister since his childhood and he’s loved by the nobles and the palace. He has made a minuet at 5, a concerto at 7 and a symphony when he was 8 years old.
2)    Weber Sisters: Mozart has fallen in love with Aloysia Weber and got married when he has gone on a tour. But then, he has separated and got married with his immortal love, Constanze Weber.
Mozart's wife: Constanze Weber

3)    Mozart in the Cinema: Mozart’s been acted by Tom Hulce in “Amadeus” (1984) and by David Moreau in “Mozart’s Sister” (2010).
Still from the movie "Amadeus"

4)    Mozartkugeln: The famous chocolate from Austria, inspired by Mozart. Liked it so much!
5)    Mozart’s Hobbies: Music’s been a passion for Mozart, we all know it. But except music, he liked playing billiards. He was even playing it all night!
6)    Death of Mozart: Wolfgang Amadeus has passed away on December 5th, 1791; because of  “hitziges Frieselfiber.” You can see his house in Vienna at Stephansplatz.
By the way, i bought terrific cds by Mozart from the shop that belongs to the museum. I love classical music, i guess!
     At the end of my journey, i leave a splendid city behind… And i’m perfectly filled with him, my love: Mozart!

-Su Yilmaz-

Mozart shop


        

13 Temmuz 2012 Cuma

ALMODOVAR TEOREMİ-ANTONI CASAS ROS


Viyana’ya gelirken yanımda bir dolu kitapla geliyorum. Bunlardan biri 2008 basımı 2008’de İspanya’da en iyi roman seçilen benim bu yıl Antalya Kitap Fuarı’ndan aldığım Antoni Casas Ros’un Almodovar Teoremi. Kitabın arkasında dediği gibi otobiyografiyle kurmacanın, edebiyatla sinemanın, matematikle şiirin, fizikle müziğin, Newton’la Almodovar’ın iç içe geçtiği ilginç bir roman. Aslında bu romanı birkaç ay öncesinde Türkiye’de ilk yüz nakli yapılırken okumalıymışım. Bir yüz yaratmaktan daha heyecan verici bir şey yok diyen Lisa’nin duyguları Türkiye’yi aylarca kasıp kavurdu. İlk yüz nakli yapılan kişi on-on beş yaş büyük yüzü çevresinde şimdiye kadar görmediği ilgi hatta görünmezliğini inadına göstermek istercesine gururla ortalıkta salınmaya başladı. Onun bir yüzü vardı sonradan onun olsa bile. O yüzün üstünde ve altında dram yatsa bile. Biz hep operasyonun başarısını konuştuk oradaki ben de varım bakışını unuttuk.
Kitabın öyküsüne gelirsek; Antoni Casas Ros, gençliğinde faşizme "yardım ve yataklık" etmiş mühendis bir baba ile matematikçi, solcu ve İtalyan bir annenin oğlu. Onun tabiriyle hayatlarının denklemini çözmeyi başaramayan bir çiftin oğlu. Babasının acımasız gençliğini anladığı ilk anda annesi ile evi terk etmeyi tercih ediyor. Annesinin dansı, edebiyatı, romantizmi ve matematiği iç içe geçiren özgün dünyasında büyüme ve ondan her birini devralma şansına sahip oluyor devamında. Üniversitede başarılı bir matematik öğrencisiyken, bir gece aniden yola fırlayan bir geyik, alkolün etkisiyle korkunç bir trafik kazası, kazada ölen sevgili, yok olan bir yüz ve uçup giden hayaller… Bu noktadan sonra kendisini bir insana bir yüzü düşündürecek, titreşmiş bir fotoğrafım ben diye tanımlıyor.

Matematik sevgisini yüzünü görmeye katlanamayacaklarını düşündüğü öğrencilerine internet aracılığıyla ders vererek gideriyor. İnsanlar onu görmesinler diye gece yarıları dolaşıyor şehrin sevdiği mekânlarında. Onun yalnızlığına bir tek Almodovar iyi geliyor. Onun hikayesinin sadece bir Almodovar senaryosu ile anlatılabileceğine inanıyor. Öyle ki hayalini kurduğu, Almodovar kahramanlarının umutsuzluğu ve enerjisi aracılığıyla gördüğümüz o bakış genişliği olacaktı diyor.  Bir gün Lisa'yla, bir transseksüelle tanışıyor. Lisa güzel ve yumuşacık. Lisa’yı anlatırken kromozomları kandırmak ve kendine erkekleri çekecek bir cinsiyet icat etmek, ne oyun ama diyor. Newton’un terimleriyle söylemek gerekirse isimlendirmelere kayıtsız kalmış organının hem yanılsaması hem de varlığını sunacak kadar büyücü olan biri. Belirsizlik bütün belirli gerçeklerden daha tahrik edici bu andan sonra. Lisa kendi yaralarını, Antoni'yi iyileştirmeye çalışarak, ona yalnız olmadığını ve estetik cerrahinin acılı yollarına başvurmadan da yalnızlık korkusundan kurtulabileceğini göstermeye çalışıyor. Yalnızlıktan kurtulmak cesaret istiyor ve Lisa'nın asıl işi Antoni'ye cesaret vermek. Ama başka bazı şeyler daha da fazla cesaret istiyor, çünkü yüzünü görmek istemeyebileceklerden saklanırken görüp de söylemeye cesaret edemediğimiz ya da aslında birazcık da görmeye bile üşendiğimiz kimi şeyleri pat diye vuruyor olmayan yüzünün ardından var olan yüzlerimize…

Kitap ilginç ve sürükleyici. Kitapta beğendiğim ve düşündüğüm yerleri paylaşmak istiyorum;
Yüzü olmayan bir adam belgisiz bir zamirdir.
Bir varlığa sahip olma gerekliliği bir kere uçup gitmeyegörsün, nesneler duygusal değerlerini yitirirler.
Bir damla gözyaşı bile deniz seviyesini yükseltmeye yeter. Ölçülemez ama bu bir gerçek.
Bazı şeyleri ancak bir daha göremeyeceğimiz kişilerde affedebiliriz. Affetmek bazen affettiğine yakın olmayı kaldırmaz.
Bir şeyin özüne neden aşık olunmaz? Her zaman şekle aşık olunur ama şekil başka bir şeyin görünüşünden başka bir şey değildir.
Zihin hiçbir şeye benzemeyen bir çerçeveden, yenilikten, yegane bir andan korkar.
Yeterince uzun süre baktığımız şeyden nefret edemeyiz, onu küçük göremeyiz. Korkunç bir şeyi güzelliğe çevirmek için ona yeterince uzun süre bakmak yeter. Öldürmek bakmayanın işidir. Diktatörlerin ilk önce canavara benzer insanları, sakatları, delileri, düşünürleri ve sanatçıları öldürerek işe başladığı dönemler oldu tarihte; onların bakışını öldürmek istediler. İnsanlık, dünyayı görebilenleri öldürdü hep. Diktatörler sabit bakışlıdır. Kendilerinden başka hiçbir şeyi görmezler, şöhretin en tepesine sabitlenir onların gözleri. Hepsi bu gözbebeği felcinden mustariptirler.
Görünmeyeni denkleme koyabileceğimizi sanırız. Büyük ressamlar her zaman hilkat garibelerini, canavarları sevmiştir. Sadece neoklasik ressamlar ahengin, uyumun büyüsüne kapılmıştır. Kaos, kat edilmeye değer tek alandır. Kaosta bütün neoklasiklerin bilmediği bir tür tesadüfi zarafet vardır. Kaos kendini en keskin düzen, mükemmellik, ahenk arayışında gösterir.
Neyse ki Eski Mısırlılar, Hintliler ya da Babilliler (kimin bulduğu hala kesin değil) sıfırı bulmuşlar. Bizi teklik ve çiftlik arasındaki zıtlıktan çekip çıkartmak için.
Neden on sekiz yaşında isyankar, otuzunda ılımlı, kırkında geri dönüştürülmüş oluyoruz?
Hayaller kurulabilir, gökyüzü arzulanabilir, hafızada binlerce enfes anı canlandırılabilir; ama bir bedenin bir ötekini arayışının yeri nasıl doldurulabilir?
Bu kitabı okurken Almodovar’ın Tarantula adlı romanından uyarlanan İçinde Yaşadığım Deri filmi aklıma geldi. Roman 2005 yazımı, film 2011, bu kitap 2008. Etkilenmeler söz konusu olabilir, kim bilir?

İşte böyle yüzün, görünüşün her şey olduğu bir dünyada, Almodovar Teoremi “çirkinliği güzelliğe çeviren bakışın gücü” üzerine kurulu enfes bir kitap. Şiddetle öneririm. Hayatınızdaki güzelliklere…


10 Temmuz 2012 Salı

AŞKA VEDA

Hindistan
Viyana’da insan en çok sevgiliyi özlüyor. Her yüzde onun gözlerini arıyor. Şöyle sarılıp yatmayı, günün yorgunluğunu paylaşmayı istiyor. Seni, sen olduğun için seven sevgiliyi kucaklamak istiyor. Dünyanın en güzel kadını olmadığın halde sana dünyanın en güzel kadını gibi bakan, dünyanın en zeki insanı olmadığın halde fikirlerine değer veren, tüm kusurlarına rağmen seni çok sevdiğini bildiğin sevgiliye özlem bu! Eksik kalan parçan… Bu yaştan sonra sadece onun eli kadar uzak olsun mesafeler, istiyorum. İşte tam bu yüzden elimdeki Can Dündar kitabını bir günde bitirdim. Kitabın adı Aşka Veda. Şimdiye kadarki aşka dair yazılan yazıları toplanıp, bir araya getirilmiş  Dündar’ın. İyi de edilmiş, okuması keyifli bir yaz kitabı. Güneş kanımızı bu kadar ısıtmışken iyi geliyor.
Hindistan

Siyasetten ve popüler kültürden, kadın ve erkeklerin zaman içinde değişen yüzlerine bakıyor. Söylenmeyen o iki sihirli sözcük yüzünden heba olup gitmiş nesiller ile nihayet kavuşan ama mutsuz mu mutsuz olan günümüz gençliğini karşılaştırıp şiirini kaybeden zamane ilişkileri sorguluyor. Mutsuz evlilikler,  sekssiz aşklar, aşksız sekslere; ateşten gömleği gönüllü giyenlerden, aşkını kariyerine feda edenlere geçişin izini sürüyor.
Stony Creek/New York

Oldum olası erkeğin seks yapabilme “becerisi”ni ayıplayan kadın, burada o “ayıbı” kendi avantajına çevirmeye çabalıyor.
Farklı yetiştirilme tarzlarından olsa gerek:
Erkek, “Sevse de sevişmesin” derdinde;
Kadın, “Sevişse de sevmesin”e razı…
Oysa sevmeden sevişmek ile sevişmeden sevmek aynı sakat doğumun ikizleri değil midir?
Erkekleri klişelerle açıklamaya çalışmayın. Onların karmaşık bir dünyası olduğunu anlayın.
Erkeklerin içindeki mağara adamının dışarı çıkmasına izin verin. Onların kendilerini erkeksi hissetmelerini, kaba saba şakalar yapmalarını, cinsellikten bahsetmelerini anlayışla karşılayın.
Erkeklerin sürekli çevrelerine uyum sağlayarak dönüştüğünü bilin ve değişimin yönünü kestirmeye çalışın diyor Dündar. Nasıl doğru tespitler. Biz kadınlar değil miyiz âşık olduğumuz yönü değiştireceğiz diye uğraşıp, didişen. Âşık olduğumuz farklı yanı sonradan sindiremeyenler. Oysa herkes birey bu dünyada, herkes kendi gelişimi için var bu evrende. Bütünü kabul et ve devam et.
Tüm aşklar böyle başlamaz mı? Kuru ekmeğe razıyım diyerek… Öykü Dündar’ın kaleminden;
Delikanlı, yüzünü bile görmeden sevdiği yavuklusuna aşkını ilan etmek için penceresi önüne bir parça kömür, bir limon, bir de kuru ekmek bırakır.
Kömür, “Aşkından yandım, kavruldum,” demektir.
Limon, “Sevdanla sararıp soldum.”
Kuru ekmek ise, “Yeter ki kavuşalım, ömrünce kuru ekmek yemeye razıyım.”
Ama nedense hiç böyle bitmez aşklar… Bir Romeo& Juliet olunmaz:
         Onlar orta sınıf evliliklerinin, etkisini ağır ağır gösteren zehirleri arasında, yerine koyacak bir şey bulamadan sevgilerinin kurumasını izlemektense zehri bir yudumda içtiler ve ideal sevgileri bozulmadan öldüler.
Hâlbuki zehir içmeden de bir çözümü var bu düğümün…
Mesele evde iktidar çatışmasını aşabilmekte, sevgiyi korkudan arındırabilmekte, gerektiğinde kanlı bir düelloyu, kanıksamışlığın mütevekkil sükûtuna tercih edebilmekte…
Aşk da hayat gibi güvenlik ister elbet ama ondan ibaret değildir…
İşte kitap böyle sürüp gidiyor. Ben bir çırpıda okudum. Kenan Doğulu son CD Bal Gibi eşliğinde, kumsalda, sevgilinin nefesi koynunuzda okuyun. Sıkı sıkı sarılın ona. Kitabın her sayfasında dokunun ona. Hissedin ve hissettirin. Aşk nefis bir şey çünkü. Bu yazımı da izninizle sevgiliye göndereyim taa uzaklardan…
Antalya

Prag